Konya'mızın yerel gazetelerinden Yeni Haber Gazetesi, Kurucu Başkanımız Hasan Hüseyin VAROL ile, kendisinin yazdığı "Yaşadıklarım ve Gördüklerim" isimli hatıratı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
Söyleşiye http://www.yenihaberden.com/kuran-aski-dinleyerek-basladi-145696h.htm linkinden ulaşabilirsiniz.
Ayrıca "Yaşadıklarım ve Gördüklerim" isimli kitabı ise
http://www.hasanhuseyinvarol.com/medya/kitap/yasadiklarim_gorduklerim.pdf
linkinden takip edebilirsiniz.
Son dönem Konya’sının en önemli yapı taşlarından hatta mimarlarından biri. Hayatında bir kerede olsa Konya’dan yolu geçmiş, havasını solumuş, suyundan içip ekmeğinin tadına bakmış birde bu milletin maneviyat derdinin farkına varmış kim varsa kesişmişliği vardır Hoca'yla…Bu yüzden ismi bir taraftan da Konya ile birlikte anılır. Son dönemde tanıklık ettiği her şeyi “Yaşadıklarım ve Gördüklerim” isimli kitabıyla kaleme aldı sessiz sedasız…Biz de yeni kitabını bahane edip Genel Yayın Yönetmenimiz Lokman Koyuncuoğlu ile birlikte Hasan Hüseyin Varol Hoca’yla eşsiz bir söyleşi gerçekleştirdik… Çocukluğunu, hayatının dönüm noktalarını, heyecanlarını, Konya sevdasını, yeni kitabını kısacası hayatına dair her şeyi konuştuk...
İnsanın hayatının şekillenmesinde en önemli faktörlerin başında gelir belki doğduğu topraklar… Ve her insan biraz da toprağına benzer diye düşünüyorum. O yüzden sohbete o noktadan başlamak istiyorum. Doğduğunuz topraklardan yani… Nasıldır çocukluğunuzun geçtiği topraklar?
Bizim oralar Konya’da dağ köyleri diye ifade edilir. Dağ köyleri kırsal bir alan. Sarıoğlan mahallesiyle bizim köyün arası 4 kilometre ama yaya olarak at arabasıyla gidiyordum. Şimdi yollar asfaltlandı. Yeni binalar yapılmış. Özellikle Almanya ve Avrupa’ya gidip gelen arkadaşlar şehirleşme hareketini orada hızla gerçekleştirdiler. Fabrikalarda kurulma çabası içinde. O zamanlar bunların hiç birisi yoktu. Koçaş’ı geçtiniz mi her taraf dağlık, toprak. Yapılırsa küçük tarım alanı. Yoksa bağ. Bahçe pek olmaz. Hayvan beslerler. Şimdi yollar yapıldı. Su, elektrik geldi. Okullar yapıldı. Avrupa’ya gidip gelen insanlar yerleşti. Onlarda farklı kültürler getirdiler.
O zamanla bu zaman arasındaki değişikliği kıyaslamak mümkün değil
Arazi engebeli olduğundan çiftçilik pek yoktur. Az miktardadır. Engebeli arazilerde bağ ve meyve ağacı yetiştiriciliği yapılmaktadır. Biraz da hayvan beslenmektedir. (Keçi-Koyun karışığı davar, inek ve özellikle öküz beslenir. Son dönemlerde çift motoru ve harman makinası alanlar da vardır.)Kuzeyinde Sarıoğlan kasabası ve Boyalı, Kuzören, Koçaşköyleri, Güneyinde Armutlu Köyü, Hamzalar, Eşenler köyleri, Doğusunda Güneysınır İlçesi, Mehmet Ali, Kızılöz köyleri vardır. Batısı dağlarla çevrilidir. İklim karasaldır. Bitki örtüsü olarak, bozkır. Köyün hane sayısı 100 ve nüfusu ise 300- 400 arası. (2014) Evlenecek delikanlılar için, askerliğini yapmış, iş sahibi olmuş olması zorunlu değildir. Görücü usulü hakimdir. Kız beğenilir, söz kesilir. Evlenme yaşı genelde 18 civarıdır. Altın takı olayı çok azdır. Düğün davetiyesi için havlu dağıtmak adettir. Havlunun yerine komşular ve dostlar tabak, tencere ve benzeri eşyalar getirir. Kadınlar ve erkekler ayrı eğlenirler. Daha önceki yıllarda okuma-yazma oranı düşüktü. Köye 1948 yıllarında ilkokul yapılmasından sonra bu oran yükselmiştir. Köyden çok kimseler Avrupa Ülkelerine çalışmaya gidince de, oralardaki görgü ve kültürün köyümüze de yansımaları olmuştur. Köyde göç olmaktadır. Nedenleri; geçim sıkıntısı, iş imkanının olmayışı ve evlenme. Köy şu anda 100 küsür hanedir. Fakat halen Konya’da 300 hane aile bulunmaktadır. Bunlar Köy’ün göç edip Konya’ya yerleşenleridir. Köyün yetiştirdiği ünlü kişilerden “Kamil Efendi, namı diğer Kamil Evliya isimli zattır. Son dönemlerde bizim civarımızdaki köylerde, yaz aylarında “Şenlik” adı altında toplantılar yapılmaya başlandı. Köylünün zenginlerinden birisi masraflarını üstleniyor, Türkiye’de ve dünyada bulunan köylüler ve o bölgenin insanları da davet ediliyor, köyün bir yaylasında toplanılıyor. Gelenlere yemekler ikram ediliyor, gösteriler yapılıyor. Uzun zamandır birbirlerini görmeyenler görüşüyorlar. Cemaatle namaz kılınıyor, gençler birbirlerini tanıyorlar. Köyün kendine has kültürü onlara aktarılmaya çalışılıyor. Eski Araplardaki panayırlar gibi. Orada herkes bir maharet gösteriyor. Kimisi güreşiyor, kimisi konuşuyor ve kimisi de şiir okuyor.
Siz bahsetmediniz ama köyünüzün bir Pekmez şöhreti var. Bu noktada ondan da bahsetmeden geçmeyelim.
O civarlardaki köylerden en kaliteli pekmezi biz üretiriz. Sebebi ise pekmezin kalitesini bilirler. Bir diğer sebebi de beyaz toprak var bizim oralarda. Bozkır’ın o civardaki bütün köyleri o topraktan götürürler. Kuruturlar, elerler, o şıra leğenlere koyulduktan sonra o topraktan bir avuç atarlar. Ne hikmetse o topraklar şıranın içindeki bütün posayı aşağı indirir ve pırıl pırıl bir şıra kalır. Onu kaynattığınız zaman pekmezde güzel olur. Gerçekten Kızılçakır’ın pekmezi, o civardaki köylerin pekmezlerinden çok daha güzeldir. Mehmet Ali köyünde beyaz bir toprak vardır. Şıranın asitini o toprakla giderirler. Ondan dolayı pekmez, hem parlak ve hem de tatlı olur.
Kitabınız bir yakın tarih duygusallığında… Çoğunluğun bildiği yaşadığı ancak hatırlamadığı şeyler var yazılarınızda… Mesela gençlerin okuyup faydalanacağı anekdotlar var; Babanızın Karaman’ın köyünde bekçilik yaptığında ve saman almaya gittiniz ve onu kış boyu geçirdiniz ve saman ihtiyacı olanlara saman verdiniz? Bizi alıp o günlere götüren sahnelerden birini tasvir etmişsiniz o bölümle. O günlerden bahsedebilir misiniz okuyucularımıza?
O ESKİ GÜZEL ADETLERİMİZ KALMADI
O dönemde köylerde misafirhaneler vardı. Adam oradan geçerken karnını doyuracak veya barınacak. Köylüler samanları anca kendilerine yettiği için bize gönderirlerdi. Biz de rahmetle annem ve babam şaman dedikleri otları biriktirip saman yaparlardı. Kendi hayvanlarımıza yedirmek için değil. Sırf aşağıya gelen misafirlere göndermek için yapardık. Bu o zaman önemli bir hizmetti. Şimdi onlarda kalktı ihtiyaç da kalmadı.
O günlerden aklınızda kalan bir anınızı anlatmışsınız kitabınızda? Bir kez de okuyucularımız için tekrarlar mısınız o anınızı?
O zamanlarda ova köylerinde ekinler pek bol olurdu. Bizim köylerde ise, fazla tarım alanı olmadığı için, kışın hayvanların yiyeceği samanı da, ya çevre köylerden ya da dağdaki otları toplayıp saman yaparak temin ederdik. Babam Aladiken köyü ağalarından rica etmiş, beş kağnı saman sözü almış. Köye geldi. Bazı komşularla görüştü. Kabul edenlerden beş komşu kağnılara bindik, doğru Aladiken köyüne geldik. Orada üç gün kaldık. Babam ve arkadaşları kağnılara saman doldurdular, ben de öküzleri otlattım. Onbir yaşındaydım. Kağnıları tıka basa samanla doldurmuşlar. Öküzleri koştuk ve bizim köye doğru yola çıktık. Güneybağ köyünü geçince o meşhur “Gökbel” yokuşuna geldik. Öküzlerin kağnıları çekmesi mümkün değil.
KAĞNININ BİRİSİNİ HEP BİRLİKTE İTELEYEREK TEPEYE ÇIKARDIK
Ben başlarında dururken diğerlerini de aynı şekilde çıkardılar. Biraz dinlendik ve yeniden yola koyulduk. Gece olmuştu. Ayın dolunay evresine rastladığı için ortalık aydınlıktı. Sabaha yakın bir saatte köye ulaştık. Her kağnının yarısını bizim samanlığa doldurduk. Diğer yarısını kağnı sahibi götürdü. Böylece saman getirme faslı da bitmiş oldu. O zamanki yıllarda her köyde bir “köyodası” olurdu. Bizim köyde de vardı. Başka köylerden gelip bir gece kalan ve ertesi gün yola devam eden yolcular olurdu. Onlar her zaman hayvanlara verecek saman bulamazdı. Böyle zamanlarda köylüler adamı bize gönderirlerdi. Biz de torbasına saman doldurur, adamı gönderirdik. Adamların duasını alırdık. Annem de Babam da bu tür hizmetleri ve yardımları severlerdi. Sırf bunun için saman bulundururduk.
Kitabınızın her sayfası ayrı bir tarih. O süreden sonra Konya’ya geliyorsunuz ve Kuran’la tanışıyorsunuz. Hayatınızın en önemli dönüm noktası olarak görüyorsunuz ve ben yolumu buldum ve Kuran öğrencem diyorsunuz. O bilinç o ruh nasıl bir karar verme aşamasına getirdi. Konya’ya geliş ve Kuranla tanışmanın size verdiği mutluluğu ve o dönemdeki ruh halini anlatabilir misiniz?
Köyümüzde ilkokul yoktu. Ben kendi kendime çabalayarak okuma yazma öğrendim.
Konya’ya geldiğimizde Saathane dediğimiz bir yer vardı. Orada büyük saatler vardı. Hocamız onların ayarına bakardı. Getirdiler bizi oraya teslim ettiler. O esnada biz elimizde tahtadan yapılmış bir çanta içine Kuran’ı koyup gelirdik. Yolumuzun üstünde Hakimiyeti milliye okulu vardı. O veya başka okullara imrenirdik. Bizde oraya gitme arzusu içindeydik. Ama biz Kuran Kursuna gidiyorduk. Dolayısıyla o haleti ruhiye içerisinde okuduk. Oradan çıktıktan sonra Kırmızı kütüphanedeki kitaplara vitrinden bakardım. Hangi dergiyi, kitabı alacaksam alırdım ve eve kadar okuyarak giderdim. Böyle bir hava içerisinde kendimizi yetiştirmeye çalıştık. Annemle babamın da evlatlarını ehli Kuran yetiştirmek istemesi üzerine başladık. Belli bir noktaya geldikten sonra gördük ki bizim çizgimiz belli oldu. Diyanet teşkilatı içinde ya imam ya müezzin olacağız. Ona göre kendimizi yetiştirme çabasına girdik.
Peki ya Kur’an sevgisi ve öğrenme merakı ne zaman ve nasıl başlamıştı?
Beş yaşlarındayım. Rahmetli babamın sehpa üzerinde Kur’an okuduğunu görüyordum. Ne olduğunu ve ne okuduğunu bilmiyordum. Ancak onun güzel sesiyle bir şeyler söylediği, önündeki kitaptan bir şeyler okuduğu belliydi. Ama ben anlamıyordum. Günlerden bir gün okuyuşu çok fazla dikkatimi çekti. Babam hem okuyor hem ağlıyordu. O esnada Anam da yanında oturuyor ve önünde bir işle meşgul oluyordu ama kulağı babamın okuduğundaydı. Anama sordum: “Babam ne yapıyor?” diye. “Kur’an okuyor hem de ağlıyor” “Ben de okumak istiyorum Ana!” dediğimde Anam: “Sen biraz daha büyürsen, inşallah Baban seni de okutur oğlum” diyordu. Her gün akşam gördükçe okuma merakım artıyordu. Bir gün anam benim bu arzumu babama söyledi. Rahmetli Babam bu haberi dikkate almış olacak ki, beni kucağına aldı ve dizinin üzerine oturttu. Kur’an-ı Kerim’in en son sûresinden başladık. Önce o okuyor, sonra ben onun söylediğini aynen söylüyordum. O son sûreyi besmele dahil ayet ayet okuyup bitirdik. Babam seviniyordu. Anam seviniyordu. Ben onlardan daha fazla seviniyordum. Çok büyük bir iş yaptığım inancı beni Babam ve Annem sevindiriyordu. Ertesi günün akşamını iple çekiyordum. Akşam oldu. Babam yemekten sonra kendi okuyacağı yeri okudu. Beni tekrar dizine oturttu. Bu defa da son sûreden bir evvelki sûreyi okutmaya başladı. Yine o bir ayet okuyor, sonra aynı ayeti ben tekrar ediyordum. Bu şekilde Felak sûresini de bitirdik. Arkasından Nâs sûresini tekrar okuduk. Babam camiye gitti. Çünkü o cemaate çok devamlı birisiydi. Artık biz babamla her gün bir sûreyi öncekiyle beraber okumaya devam ediyorduk. Hümeze sûresine geldiğimizde ben artık harfleri, harekeleri, şedde ve tutarları öğrenmiştim. Kur’an okumaya başlamıştım. Zilzal sûresini okuduktan sonra babam beni Kur’an-ı Kerim’in başından başlattı. Ve işte Fatiha sûresiyle Kur’an hatmine başlamış oldum. Kur’an okumak için abdest almayı öğrendim. Her gün akşam babamla beraber ben de dersimi okuyordum.
İlk Kur’an hatmini yaptığımda henüz altı yaşımı bitirmemiştim.
Rabbime sonsuz şükürler olsun ki bana Kur’an okumayı çok küçük yaşlarda nasip etti, ölünceye kadar da inşallah devam edeceğim. Babam rahmetlinin bu öğrettiği metod da Kur’an okumayı öğrenme metodlarından birisidir. Genel olarak “Elif Cüzü” diye tanınan ve “Elif, bâ, tâ, sâ…” şeklinde okunan bir cüz takip edilir. Ama ben böyle bir cüz okumadım. Babacığım neden böyle bir metod uyguladı onu hiç bilmiyorum. Aklıma gelmediği için de sormadım. Fakat konunun burasında bir olay anlatmak istiyorum. Bazı şeyleri bu metodla öğrenmenin mümkün olduğu anlaşılıyor. Rahmetli Anam da Kur’an okumayı bilmiyordu. İleride anlatacağım… Biz köyden Konya’ya geldikten sonra, ben hafızlığa devam ediyordum. Ama bizim evde yine akşam yemeğinden sonra Babam Kur’an okumaya devam eder, ben de dersime çalışırdım. Babam biraz sesli okurdu. Anam da yanında oturur, hem el işi görür hem dinlerdi. Günlerden bir gün baktım anam eline Kur’an almış okuyor. İçimden “Anam Kur’an okumayı bilmiyordu. Acaba kimden öğrendi?” diye geçirdim. Sordum; Baban okurken dinledim ve okumaya başladım” dedi.
Söyleşinin devam edecek olan bölümlerini http://www.yenihaberden.com sitesinden takip edebilirsiniz.